“Nereye gidecektik?.. Evimiz, eşyalarımız ne olacaktı?.. Gönlüm ne olacaktı?.. Sevdiğim, Ahmar’ım ne olacaktı?.. Ahmar’ım neredesin?.. Ahmar benden üç yaş büyüktü. O da tıp fakültesindeydi. Ben birinci, Ahmar dördüncü sınıftaydı. İkimizde doktor olacaktık. “Savaş çıkarsa ben giderim, savaşırım. Özgürlüğümüz için, sizler için, memleketimi savunurum” diyordu, son günlerde. Ahmar’ım nerede acaba?.. Gerçi bize yakın oturuyordu, dört sokak ötemizdeydi. Gidip bakamazdım ki, mahşer yeri gibiydi ortalık. Kimse kimseyi tanımıyordu. Herkes toz toprak içindeydi. Daha fazla seyredemedim, sokağa fırladım. Annemle birlikte hep beraber yangın yerine dönen sokağa çıktık. Allah’ım nasıl bir vahşetti bu?.. Bu ne acıydı? Kadınlar, çocuklar, çaresiz bebeler çığlık, kıyamet… Kıyamet denen şey bu olmalıydı. Hani derlerdi ya, kıyamet günü yer gök birleşecek, kimse kimseyi tanımayacak, kurtulmak için herkes kendi derdine düşecek… İşte o gün buydu mutlaka…
Allah’ım, öyle korkunç bir manzara vardı ki; kimi evlerin yarısı yoktu, kimi evlerin camları tuzla buz olmuştu. Her yer ceset, yaralı doluydu… Babamı gördüm o kalabalıkta, ağlıyordu; insanlara yardım etmeye çalışırken…
O çocukların günahı neydi Allah’ım!.. Her köşede bir bebek ağlıyordu kimsesiz… Korkuyla!.. Suratları, vücutları tozdan görülmeyen çocuklar…
Analar çocuklarını arıyorlardı, parçalanmış bedenlere bakarken. Cehennem buydu mutlaka!..”
Dilek Başaran, Suriye’de anlamsız bir savaşın ortasında hiçbir şeyden haberi olmadan ölen, yaralanan, evlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda
kalan günahsız masum insanların dramını anlatmış bu romanında.
Değerlendirmeler
Henüz değerlendirme yapılmadı.